Ama yapamadık… gibi… Akraba, arkadaş ziyaretleriydi bu defa gezinin amacı. Alaz’ı ve bizi görmek isteyen, bizim de ziyaret etmek istediklerimiz çoktu. O nedenle ne İstinye-Bebek-Ortaköy sahilinde yürüyebildik, ne Beşiktaş’taki köfteci ve turşucuyu ziyaret edebildik, ne de Taksim-Beyoğlu’nda gezebildik… Kadıköy pazarına gitmeyi, vapurla karşıya geçmeyi, Tünel’de birşeyler içmeyi, Yeniköy’de kahvaltı etmeyi, İTÜ’yü ziyaret etmeyi, vs. Alaz’ın daha çok anlayabileceği bir sonraki yolculuğa bıraktık. Arabayla köprüden geçişimizi heyecanlı heyecanlı ona anlatsam da, bulunduğu araba koltuğundan ancak gökyüzünün maviliğini görebiliyordu bebişim… Bir de dönerken köprünün pavyon misali yanan ışıklarını! Kim akıl ettiyse, olmamış!
Bodrum uçağımızın olduğu günün sabahı Caddebostan sahiline gittik. Deniz kokusu ve Adalar ile yetindik bu defa. Bir de dünyanın en büyük ve en pahalı Cafe Nero’sunda fahiş fiyata bir öğle yemeği yedik! İşin güzeli Alaz ilk kez bebek arabası dururken uyudu. Yaşasın! Kendi bebek arabasını daha küçük nasolsa slingde taşırız diye düşünüp getirmediğimizden, İstanbul’da yaşayan 4 yaşındaki kuzeninden kalma bebek arabasını ödünç aldık.
* Bu arada Caddebostan’a gideceğiz diye, valizi toplamaya zaman kalmamıştı nerdeyse. Baran ve ben aceleyle eşyaları toparlarken Alaz’ı yatağın üzerine bırakmıştık. Birden kahkaya benzer çığlıklar gelmeye başladı içerden. İşi gücü bırakıp koştuk; Alaz avizeyle muhabbetteydi. İlk kez o gün duyduk çığlıklarını ve o gün bu gündür çığlık çığlığa 🙂