Aslında 30 saat Londra’daydık; ama 6 saatini otelde uyuyarak geçirdiğimizden 24 saate tekabül ediyor.
Uçağımız Londra saati ile 10:40’ta Luton Havaalanı’na indi. Valizimiz olmadığından, bir el çantası ve bir sırt çantası ile yolculuk yaptığımızdan, hemen havaalanından çıktık.
Luton Airport: Havaalanından çıkmadan önce tren biletini alırsanız, Luton Airport Parkway denilen tren istasyonuna dek servis, ücretsiz. Aksi takdirde 4 yaş üzeri, ücretli. Kişi başı 2.10 İngiliz Sterlini. Luton havaalanında yenileme çalışmaları ve çevresinde inşaatlar devam etmekte.
Southbank’ta Elsa ve şirinler |
Şehre vardığımızda, London Blackfriars İstasyonu’nda indik. İşe gidip gelirken kullandığım, her gün geçtiğim istasyondu. Tabii şimdi yenilendiği için çok da modern olmuş. Burada indikten sonra Southbank’ten London Eye’a doğru yürümeye başladık. İkimiz de ‘İngilizce’ duyuyor, duyduklarımızı anlıyor olmaktan ötürü çok mutluyduk. İsviçre’de genelde duyulan dili anlamıyorum ya ben!
Gri Londra’da kırmızı otobüs izleme |
Oxo Tower’ı geçince, Thames Nehri sularının çekildiği kumlara heykeller yapanları izledik. Alaz’ın çok ilgisini çekti. Ardından National Theatre önündeki ufak kayalık görünümlü taşları sordu. ‘Sen bunlara tırmanamıyordun’, deyince koşup tırmandı neşeyle. Southbank Centre altında kaykay, paten kayanları gösterdim. Eskiden merakla izlerdi. Hafta sonu kurulan ikinci el kitapçılara bakıp, öğle yemeği için eski komşumuz hem arkadaşımız ile buluşmak için Giraffe’a yöneldik. Tabii ben her yeri Zürih gibi sandım; Londra’da kapıda, masaya oturmak için sıra olduğunu ve bunun için isim aldıklarını nasıl da unutmuşum!
Çocuk dostu şehir, Londra |
Giraffe sonrasında hep birlikte London Eye’a doğru ilerledik. Alaz onu sorup duruyordu nerede diye! Jubilee Gardens önündeki sokak sanatçılarını izledik bir süre. Ardından çocukları oldukça korunaklı, dışarı bile kaçamayacakları oyun parkına saldık.
(Tabii biz bu arada arkadaşlarımızla hasret giderdiğimizden, oturup sohbet ettiğimizden bu kısım uzun sürdü, siz bu sürede Sea Life Aquarium veya Westminster, Big Ben hatta St James’s Park ve Buckingham Palace’a yürüyebilirsiniz. Evet, hepsi yürüme mesafesinde…
Lego Batman ve hayranı |
Akşam üzeri onlardan ayrılıp Hungerford Bridge’den geçerek Trafalgar Square’e yürüdük. National Portrait Gallery de burada. Meydanda yine sahne kurulmuştu ve bir takım kutlamalar vardı. Oradan Leicester Square’e (lestır diye okunur) yöneldik. Çünkü biri dünyanın en büyük Lego mağazasını görmek için can atıyordu. Kapısında 20 dakika bekledik, sıra vardı. Sonra içerde doya doya lego baktı. Sondaki videoda detaylı görebilirsiniz. Kendi fotoğrafımızı çektirip lego olarak almak istedik; ama öncesinde randevu almak gerekiyormuş, bilginize…
Trafalgar Square |
Oradan Chinetown’a el sallayıp Picadilly Circus’a yürüdük. Tube’e (metroya tube deniyor) bindik ve otele gidip fazla eşyaları bırakıp yarım saat içinde tekrar çıktık.
Aslan Kral, Lion King müzikali |
Akşam 19:30’da Covent Garden’da olmamız gerekiyordu Lion King / Aslan Kral müzikali için. Ucu ucuna yetiştik; ama bu sırada akşam yemeği yemeye zaman kalmamıştı. Müzikalin arasında atıştırmalık birşeyler aldık. Dil İngilizce, sahne uzak, biz balkondaydık. Sabah 6’dan beri de ayaktaydık. Yine de akşam 10’da Alaz hala pür dikkat izliyor, ‘istersen uyu’ dememe rağmen kucağıma yatmayı reddediyordu. Hatta Elsa ile ilgili bazı esprileri bile yakalamış!
22:30 gibi Covent Garden’da sarhoş kızlar, turistler ve müzisyenler arasından geçerek metroya atlayıp otele gittik. Metroda Alaz’ı gören şaşırıyordu; çünkü Londra’da akşam 8’den sonra çocuklar ortalıkta olmazlar pek. Alaz tabii ki metronun sallantılarına karşı koyamadı ve uyudu ya da yorgunluktan bayıldı.
Otel odasında Lego! |
Otele varınca ben kendimi yatağa atarken, o oturup Lego yaptı! Saat gece yarısıydı yatmaya ikna ettim.
Sabah 6’da ben gözümü açtım, saat farkı diyelim… Benden 5 dakika sonra da Alaz uyandı. Kalkıp lego yapmaya devam etti. Holiday Inn Kensington’da kaldık; oda çok küçük, tipik sıkıcı bir otel odasıydı; ama kahvaltı muhteşemdi. Peynir, domates, taze meyve ve tabii ki fasülye, sosis, kızarmış ham ve domates ile tipik English Breakfast da vardı. Bu otelde kalmanın en iyi yanı müzeler bölgesine, Science Museum, Natural History Museum ve V&A Museum’a yürüme mesafesinde olması. Bu sebeple, otelden çıkıp Cromwell Road’da 5 dakika yürüyüş ardından Doğal Tarih Müzesi’ne girmek için bekliyorduk.
Natural History Museum, mavi balina |
Eskiden böyle değildi; müzeye girerken çantaların içine bakılıyor, gerekirse üst-baş aranıyor, tek tek içeriye alınıyor ziyaretçiler. Bu yüzden sabah saatlerinde kapıların önünde uzun sıralar olabiliyor.
Natural History Museum |
İçeriye girdikten sonra ilk işimiz dinazorların yanına gitmekti; ama o sırada devasa mavi balinanın yanında bulduk kendimizi. Ardından insan vücudunun işlemesi bölümünden geçtik. O sırada komik aynalar olur ya, onlara takıldı Alaz. Nasıl güldü kendine anlatamam!
Nihayet, dinozorlara geldik. Tabii bir tadilat söz konusuydu bu kısımda. T-Rex’in sesi yankılanıyordu. Alaz elime yapıştı. ‘Anne, gidelim burdan!’ Dinozor görmeye gelmiştik ama? Onun gerçek olmadığını anlattım, çizgi filmlerdeki gibi olduğunu falan. Tabii karşısında ağzını açan, bağıran ve hareket eden dev bir T-Rex görünce, Alaz çığlığı bastı. Halbuki ondan küçük yaşta bir kız, önünde babasına poz veriyordu!
Alaz’ın korkulu rüyası |
Alaz’ı koşar adım dışarı çıkardım. Diğer dinozorlara bakmadı bile. Siz bakın; ama harika bir bölüm. Sonra olaylar şöyle gelişti:
Anne: ‘Şimdi hangi bölüme gidelim?’
Alaz: ‘İnsanın nasıl oluştuğuna bakalım mı? En çok onu merak ediyorum’
Anne: ‘OK!’
Natural History Museum, Dünya’nın oluşumuna doğru |
Tekrar insan vücudunun işlemesini gösteren bölüme geldik. Bu kısımda anne ve baba, sperm ve yumurta hatta bebeğin doğal yolla doğumu detaylı olarak anlatılıyor. Bakınız en sondaki video…
Alaz: ‘Bunu demedim, ilk insan nasıl oluşmuş?’
Anne: ‘Hmm. Sanıyorum onunla ilgili de birşeyler bulabiliriz’
Sonra dünyanın toz bulutu ve ateşten oluştuğu bölüme gittik. Evren, yanardağlar, depremler, dünyanın oluşma evreleri derken yanında evrim teoreminin anlatıldığı bölümü gördüm. Milyon yıllara göre kafatası iskeletlerini yerleştirmişler ve en üstte de insanın iskeleti var.
Natural History Museum, Evrim? |
Anne: ‘Bak Alaz, bu çizgiler 7 milyon yıl öncesinden bugüne doğru zamanı gösteriyor. Bunlar da kafatasları. En üsttekini tanıdın mı?’
Alaz: ‘Hı hı, insan!’
Biraz daha inceledi. ‘Hmm, anladım’ dedi. ‘İlk insanı anladın mı nerden gelmiş?’ dedim. ‘Evet, artık gidebiliriz’ dedi. Başka da birşey konuşmadık.
Kensington’da dolaşıp metroya atladık gene. Vakti olan Victoria &Albert Museum veya Science Museum’u da görmeli mutlaka.
Favori mekanım |
Covent Garden’daki en sevdiğim kitapçıya gittik. Hem kahve içtim, hem kitap baktık; Stanfords. Pazar günü her yerin açık olması ne muhteşemdi – Zürih’le kıyaslamaca!
Civardaki alışveriş mağazalarında indirim vardı; ama yanımızda bir kol çantası, bir sırt çantası bir de lego ve kitap içeren torba olduğundan, valizsiz seyahat ediyorduk, alışveriş yapamadık. Sokak sanatçılarını izledik ve Apple Market’e açılan kendisini yıllardır çok beğendiğim, hatta evimde imzalı kitabı olan Jamie Oliver’ın yerinde yemek yedik.
Covent Garden |
London Transport Museum’a götürdüm Alaz’ı. ‘Bak burası senin en sevdiğin müzeydi, hatırladın mı?’ Giriş ücreti olan nadir müzelerden; ama Londra’da yaşıyorsanız bilet almaya değer. Bir yıl içinde aynı biletle sayısız kez ziyaret etmek serbest.
Öğlen 15:00 gibi St Pancreas International’dan Luton’a gitmek için trene bindik. Buradan Belçika ve Fransa için Eurostar hızlı trenleri de kalkıyor. Yanındanki King’s Cross’tan da İngiltere’nin kuzeyine giden trenler kalkıyor.
Luton Airport |
Alaz sonunda kucağımda uyuyakaldı. Havaalanında bu yüzden biraz huysuzdu; yemek ve içmek istemedi. Uçakta ben kitap okurken, o da yeni legosu ile oynadı. İsviçre’ye inince saat farkından zaman kaybetmiştik; ertesi sabah okulu olduğundan koşar adım trene binip evin yolunu tuttuk.
Trende ‘Anne, ben Londra’yı çok özledim şimdiden’ dedi…
Aşağıdaki videoda gezimizin özetini de izleyebilirsiniz…