Güzel mi güzel bir Londra sonbaharında Baran’ın ısrarıyla – ben geceleri Alaz nöbetinde olduğumdan haftasonları Alaz’ı babasına teslim edip dinleneyim diyorum genelde; ama öyle olmuyor hiç – giyinip kuşanıp atladık trene London Bridge’e gitmek üzere. İstasyona vardığımızda bizim ufaklık uyumuştu bile. Trenin açılıp kapanan kapıları,telefonlar, anonslar, insan sesleri gibi gürültüler Alaz’ı yerinden sıçratıyordu sürekli. Yine de gözleri kapalıydı genelde…
London Bridge’te eskiden olduğu gibi Thames Nehri’nin kenarına ulaştığımız Oliver Twist yoluna gittik. Derken aklımıza geldi bebek arabasını nasıl indirecektik merdivenlerden? Diğer güzergahları düşündük hepsi merdivenliydi, olmayan biri için de çok dolanmamız gerekecekti. Şaşırdık nasıl böyle olur koskoca Londra’da diye. (Sonradan öğrendik ki varmış bir başka alternatif yol tekerlekli sandalye ve bebek arabası için)
Nehre ulaşır ulaşmaz karnımızın zil çaldığını farkettik; Alaz da uyanmıştı o ara. Güzel bir uzakdoğu yemeği yedik Alaz tavandaki ışıklara bağırırken. Ardından amacımız olan yürüyüşe başladık. Korsan gemisini, Shakespeare Tiyatrosu’nu, Tate Modern’i gösterdik Alaz’a. Şöyle bir bakıp göz ucuyla kafasını çeviriyordu yavrum. Baran’a göre bu Alaz için değil benim için bir gezi olmuştu. Çocuklar gibi şendim Blackfriars ve Millenium Bridge arkasından Saint Paul Kilisesi’ni gördüğümde! Ee hergün işe gittiğim, öğle tatilinde gezdiğim, hatta Alaz karnımdayken onunla konuşa konuşa yürüdüğüm yerlerdi. Haziran başı işten ayrıldığımdan beri gelememiştim hiç şehrin merkezine. Oxo Tower önündeki iskeleye çıkıp Thames’e baktık uzun uzun; kahverengiydi gene! Bodrum’un denizinden sonra pek içaçıcı gelmemişti bize.
Hava çok güzeldi, yerler sarı tonlarındaki sonbahar yapraklarıyla doluydu. Gökyüzünde bulutlar fotoğraf çek dedirtiyordu. Alaz etrafta gürültü oldu mu uyanıyor, bakınıyor, sonra tekrar kısıyordu gözlerini. National Theatre’da mola verelim diyorduk emzirme ve alt değiştirme için; ama oraya vardığımızda Alaz derin bir uykudaydı. Kıyamadık uyandırmaya, devam ettik. Royal Festival Hall’de yazları Pimms, kışları bira/kahve içer konser ya da gösteri izlerdik eskiden. Bu kez es geçtik, malum! London Eye altındaki Jubilee Gardens yerle bir olmuştu şimdilik. Yeni düzenlemenin projesini bizim şirket yapıyordu: 2012 Londra Olimpiyatları’nda önemli bir nokta olacaktı.
Alaz uyanmış, hatta saatlerdir bebek arabasında olduğundan sıkılmıştı da. Bir yerde mola mı versek, eve mi dönsek derken kendimizi Hungerford Bridge üzerinde bulduk. Bir tarafta meclis binası ve Big Ben, diğer tarafta London Eye. Alaz’ı slingime (kanguru gibi) takıp nehrin üzerinden geçen botlara, Waterloo Bridge’den geçen araba ve kırmızı otobüslere, üzerimizde dolanan martılara, arkamızdan geçerek istasyona giren trenlere baktık uzun uzun. Çok hoşuna gitmiş, heyecanlı heyecanlı bacaklarını kollarını oynatır olmuştu çığlıklar eşliğinde. Alaz’ın bu neşesini bozmayıp akşam uykusunu kaçırmayalım diye eve dönmeye karar verdik. Charing Cross’tan trene bindik; kucağıma gelir gelmez emmek istedi; 3 saattir yememişti. Emmekle tren penceresinden dışarı bakmak arasında bocaladı, bakınmak daha cazip geldi…
* Alaz o gece ilk kez 5 saat deliksiz uyudu. Hergün Southbank’a mı götürsem acaba?