Epeydir bekliyordum Hyde Park Winter Wonderland başlasa da Alaz’ı götürsek diye. Tam karar verdik babasıyla haftasonu gitmeye, Alaz maymunu o gece uyumamaya karar verdi. Biz de Muhteşem Yüzyıl’ı izleyelim diyerek geç yattık o gece, olan bize oldu. Sabaha karşı 2:30’da uyandı ve uykum yok dedi resmen. Tekrar uyutana dek yapmadığım numara kalmadı. Sonunda, 4 gibi uyduğunda babası içerde cin gibiydi almış eline bir kitap okuyordu, ben de söyleniyordum uykumu kaçırdı yaa diye! Sabah 6’da kalktı sanki tüm gece mışıl mışıl uyumuş gibi bir de! Sen misin dedik, aldık Londra’ya götürdük…

Victoria treninde de uykusu yoktu; fakat Hyde Park’a doğru ilerlerken sonunda karşı koyamadı yorgunluğa ve pusetin sallanmasına. Tam eğlencenin orta yerinde o gürültü patırtıda uyudu bir saat. Biz de babasıyla bebek ve arabası yokmuş gibi karı-koca gezindik, mulled wine denilen sıcak baharatlı şarap içtik, Alaz’a tahta bir oyuncak aldık, el yapımı çok lezzetli hamburgerimizi yedik panayırın orta yerinde. Metrelerce uzunluktaki tuvalet kuyruğunda bekledik, o bekleyişte iyi ki Alaz hala bez kullanıyor diye de konuştuk. Sahi ne yapıyordu anne-babalar çocukların çişi geldiğinde? Çocuk bu, yarım saat tutamaz ki üstelik de henüz tuvalet eğitimini tamamlamadıysa?

Hava soğuk ve güneşliydi, şansımıza yağmur yoktu. Serpentine‘e geldiğimizde, yani kuğuların ördeklerin bulunduğu göle, Alaz beyimiz gözlerini aralayıp tekmelemeye başladı tulumunu ‘atta attaa‘ diyerek. Muhtemelen kurt gibi açtı ve direk yakındaki kafeye daldık.

Biz açıkhavada yemeğimizi yemiştik; ama Alaz dışarıda üşür diyerekten kafedeki çocuk menüsünden birşeyler seçtik. Hem şaşkın, hem aç, hem de coşkulu gözlerle etrafa bakınıyordu. Kafede ısınıp kalabalık ortama alıştırdıktan sonra çıktık dışarı elinden tutup. Sonra zaten babasının omuzlarındaydı bir süre. Gözlerinin içi gülüyordu ‘Yaa ben bunca güzel şeyi birarada görmedim, bir daha beni eve bağlasanız durmam!‘ diye düşünüyordu muhtemelen.

Alaz istemese de biz onu Santa’s Land denilen lunaparka soktuk. Oyuncaklara bindirdik; babasıyla trene, benle balona, sırasıyla ikimizle atlıkarıncaya. Keyiften bayılacaktı siyah Londra taksisinin direksiyonunu sallarken. Aklı suda yüzen penguen şeklindeki oyuncakta kaldı; ama onlara binmek için Alaz henüz çok küçük, biz de çok büyüktük. Bütün jetonlarımızı bitirdikten sonra lunaparktan çıkıp panayırdaki kalabalığa karıştık tekrar. Bir de üzerinde ‘Bob the Builder‘ olan uçan balon aldık bebek arabasına oturtabilelim diye. O an uçan balonu elinde, sıcacık arabasında ondan mutlusu yoktu biz Winter Wonderland’den çıkarken. Arkamıza dönüp baktık Marble Arch‘a doğru ilerlerken, neler mi gördük geride?

  • Parkın içinde dev bir panayır yeri
  • Yüksek mi yüksek geçici bir dönmedolap (ben hamileyken binmiş ve tüm Londra’yı görmüştük London Eye kadar yüksek olmasa da)
  • Akılalmaz bir insan kalabalığı; çocuğundan gencine, yaşlısına, engellisine, köpeğine, turistine, yerlisine dek her milletten insan
  • Kahverengi bir yer örtüsü (mulch) bilinenin aksine Hyde Park‘ın yeşil çimlerinden eser yoktu
  • Buz gibi bir hava ve arada bulutların ardından çıkan kış güneşi
  • Sarı ceketli yüzlerce görevli
  • Her köşede çöp kutusu ve kahve satan büfe, 
  • Açık ve kapalı Alman bira evleri
  • Geçici olarak tasarlanmış kayak merkezi ve şale
  • Çocuklara ayrı büyüklere ayrı lunapark ve eğlence merkezleri
  • Buz pateni sahası
  • İstemediğin kadar yemek yeme yeri
  • Birçok ışıltılı, süslü tahta baraka
  • Burası Hyde Park mı hayatta inanmam dedirten bir manzara yani…
Neyse ki hepsi geçici bir süre için. Winter Wonderland ve Noel marketi ne kadar eğlenceli ve güzel olsa da orjinal parkın yerini asla tutamaz bana göre.

Ardından Noel alışverişi yapan güruha katıldık Oxford Street‘te. Alaz ve babası bir süre sonra off-lamaya başladılar kalabalıktan. Bana kalsa her dükkana girer, şöyle bir bakar, belki birilerine hediye alır, Alaz’a kesin birçok şey alır, hem nicedir uzak kaldığım son modayı öğrenir hem de Noel’e özgü eşantiyon verilen ufak hediyelerden toplardım. Tabii ki bunları yapamadım, son hızla Alaz’a çocuk dostu mümkünse az kalabalık bir kafe arıyordum sütünü vermek için bir yandan da eline bisküvi tutuşturuyordum her yakınmasında ortalığı ayağa kaldırmasın diye…

Oxford ve Bond sonrası Regent Street üzerinde her zaman kalabağıyla ünlü dev oyuncakçı Hamleys‘e daldık. Tabii içeri girebilmek için caddenin 100 metrelik kısmında hayat ve yaya trafiği duruyordu. Kimbilir kaç kişinin ayağını ezdik pusetin tekerlekleriyle insanlar itip kaktıkça birbirini? Beş katlı dev oyuncakçıda tüm gün olmasa da yarım gün rahatlıkla geçirebilirsiniz özellikle de yanınızda en az bir çocuk varsa. En üst katında bebek bezi değiştime yerine çıktık. Elbette yaklaşık 15 dakika asansör bekledikten sonra. Beşinci kat ayrıca cup kek, şeker ve legolara ayrılmıştı. Biz üçünden de nasiplendik. En şaşırdığımsa William ve Kate’in düğün kıyafetleriyle orjinal boyutlarda hazırlanmış legolarının sergileniyor olmasıydı. Ne rahat şu kraliyet ailesi değil mi? Bayılıyorum hoşgörülerine kraliçesinden gelinine. O yüzden seviliyorlar heralde Britanya halkı tarafından da 🙂

Neyse ardından eve yani Charing Cross‘a doğru ara sokaklardan Piccadilly Circus‘un kalabalığına hiç bulaşmadan gidelim derken hoş bir Lübnan lokantası gördük bir köşede. Tamamen camla çevrili, hemen hemen tüm masaları dolu, üstelik bebek sandalyesi de vardı. Eve git, yemek hazırla, Alaz bize kök söktürsün yollarda düşünceleriyle daldık içeri. Dışardan görüldüğü kadar hoştu içi de, üstelik yemekleri de güzeldi Le Comptoir‘in. Sonradan öğrendik ki BBC’ye göre en sağlıklı ilk 10 yeme/içme yeri arasındaymış Londra’da. Alaz’a tavuk tagine söyledik bulgur pilavıyla birlikte. Tagine, çömlek demekmiş, yemek de ağır ateşte çömlekte pişen et veya tavuk. Zaten tavuk eti öyle yumuşak olmuş ki Alaz normalde göğüs etini yemediği halde, yedi. Çocuk menüsünde el yapımı limonata ve donmuş yoğurt da vardı. Tabii hepsi or-ga-nik!

Alaz’ı bir güzel sarıp sarmalayıp hatta 3 derece olan havanın soğuğundan korumak için pusetin yağmurluğunu da geçirip yola koyulduk. Trafalgar Meydanı‘nda durup Norveç‘ten getirilen ağaç önünde fotoğraf çekildik üçümüz. Baba ve anne gülümserken, Alaz ‘öff ya eve gidelim‘ bakışlarıyla pek hoş çıkmadı gerçi. Alaz’a yolumuz üzerindeki her Noel ışığını ve süsünü göstere göstere bindik trene.

Günün geri kalanında anlatılacak pek birşey yok zaten, eve varış, Alaz’a süt, kudurup uyumayı reddedince hızlı bir banyo, ninni vs… Ardından babası ve ben de çayımızı hazırlayıp George Clooney’in The Descendants’ını izledik ailecek geçirilmiş güzel bir günü hoş bir aile filmiyle bitirdik yani.

Yazar

Yorum Yaz

Pin It
Bu sitedeki tüm içerikler Digital Millennium Copyright Act ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserlerini Koruma Kanunu'na istinaden koruma altındadır. Buradaki hiçbir içerik (Yazı, Fotoğraf, Video vb.) site KULLANIM ŞARTLARI'nda da belirtildiği üzere izinsiz olarak kopyalanamaz, alıntı yapılamaz, başka yerde yayınlanamaz

© 2019 Tasarım Blogger Tasarım.