Çok uzun bir yazı sizi bekliyor. Benden tavsiye; vaktiniz yoksa resimlere bakıp geçin, varsa bir bardak çay veya kahve alın elinize.
Londra Gatwick‘ten EasyJet ile başlayan uçuşumuz Gran Canaria Las Palmas havalimanında son buldu. Alaz yol boyunca oldukça meraklıydı etrafa karşı. 17 aylıktı ve daha bilinçli, daha dillenmiş, daha sosyal ve daha hareketli olduğundan yol bu kez eskilere göre hem daha zor hem de kolay geçti. Zordu, çünkü yapabileceklerinin farkındaydı; fakat onları yapamadığından dolayı öfkeleniyor, itiraz ediyor ve son günlerdeki favorisi bağırmayı deniyordu. Yorgun olsa da merakından ve ilgisinden ötürü uyuyamıyordu bakınmaktan. Emme ve emzirme dönemimiz geride kaldığından gerek sakinleştirici gerek uyutucu elemanımız yoktu. Kolay oldu, çünkü söylediğimizi anlıyor, derdini anlatabiliyor ve bir süreliğine sabredebiliyordu. Dışarı bakınmak, kitap okumak, diğer yolcularla iletişim kurmak hoşuna gidiyordu. En sevdiği iki insan da yanındaydı ve tatile gittiğimizin farkındaydı.
Neymiş, en kötü olasılıklara göre hazır olmak gerekirmiş…
Havalimanından çıkışımız kolaydı lakin araç kiralamamız ve yola koyulmamız epey vakit aldı. Hatta bu işlemler sırasında Alaz’ı bir yere oturtup yemek bile yedirdim. Bir saate yakın yolumuz vardı Puerto de Mogan‘daki otele. Londra ile aramızda saat farkı yoktu, arabaya yerleştiğimizde Alaz’ın evdeki uyku saati biraz geçmişti. Gündüz uçakta da normaldekinden az ve rahatsız bir şekilde uyuduğundan bizi zor bir gece bekliyordu, farkındaydım.
Neymiş, gecenin bir vakti otele varmak çocuklar için iyi fikir değilmiş…
Son derece modern bir otobana çıktık. Güzergahlar çok güzel ışıklandırılmış ve işaretlenmişti. Alaz uyumakla uyumamak arası bir yerlerde takılmış, sürekli ‘kuccaa al, Aza nenni, hmmeeeıııı‘ diye sayıklamaktaydı. Maspalomas‘a göz açıp kapayana dek varmıştık; ardından Puerto Rico‘yu geride bıraktık ve otobanı da. Alaz uyuduğunda alçalıp yükselen keskin virajlarda ilerliyorduk. Yol tabelaları da köy tabelalarına dönmüştü ve merak ediyordum sol tarafımız ne kadar uçurumdu? Gündüz geçmeli bu yollardan diye diye vardık Puerto de Mogan‘a. Otel, Cordial Mogan Playa oranın en büyük yapısıydı. Eşim giriş işlemlerini halletti ben arabada, uyuyan Alaz’ın başında beklerken. Saat 9 olmuştu, mecbur Alaz’ı kucaklayıp indik ve tabii o süslemeler, ışıklar, müzikler eşliğinde Alaz uyandı. İyi de oldu, babası ve ben kurt gibi açtık, odadan önce doğru yemek salonuna gittik. Başlarda etrafa merakla bakınan ve değişiklikten memnun görünen Alaz, bir süre sonra yorgunluğun etkisiyle çıldırmaya başladı. Odaya vardığımızda bebeklik günlerini aratmayan bir şekilde bağırdı çağırdı üzerindekileri ve bezini değiştirirken, sonra sütünü içti ve sakinleşti. Çok yorgundu, herşey çok farklıydı, kendi yatağı yoktu ve uyku saati çoktan geçmişti. Bizimle uyumasına izin verdik ilk gece.
O gece birkaç kez uyanıp daldı tekrar. Sanırım bana çekmiş; yerini yatağını yadırgıyor hemen. Uykusu arasında bizim yatağın yanına hazırlanmış bebek yatağına yatırdım. Sabah güneş doğmadan ayaklanmıştı…
Neymiş, valizde götürmektense otel yakınındaki marketten ihtiyaçlar giderilebilirmiş…
Ertesi gün kahvaltıda herkesle muhabbete girip kendine hayran bıraktı. Daha ilk günden birçok insanla merhabalaşıyorduk Alaz sayesinde. Özellikle de yaşlı başlı olanlarla. Otel karşısında bir market vardı. Bezdir, süttür, sudur, yoğurttur doldurduk otelin dolabını. Alaz o sabah erken uyudu 11 gibi. Biz de odanın balkonunda oturduk babasıyla. İnternetin en iyi çektiği yer balkondu. Alaz uyanınca otelin iki havuzundan çocuk dostu olana gittik. Diğeri quiet dedikleri sessiz, sakin bir havuzdu. Çocuk dostu olanda animasyon, müzik ve elbette çocuk sesleri dolduruyordu ortalığı.
Neymiş, çocuklarla çocuk dostu otele gitmek harika bir fikirmiş…
O gün Noel‘di, Hristiyan aleminin en kutsal gecelerinden biri. Bu nedenle otele Noel baba gelmişti. Akşamüzeri tüm çocuk ve bebekleri toparlayıp otelin ana binasına, animasyon gösterilerinin yapıldığı yere götürdüler. Kısa bir sihirbaz şovu ardından, kendisi için sıraya girmiş çocuklara hediyeler verdi genç bir İspanyol Noel baba! Bu sırada otelde ne kadar çok çocuklu aile olduğunu gördük, tabii bir de otelin ne kadar çocuk dostu olduğunu. Otele giriş yaptığımızda da bir advent calendar hediye etmişlerdi Alaz’a. Noel’e dek geride kalan günleri gösteren bir takvim; fakat bu takvim günlerinin her biri ardında değişik şekillerde çikolatalar gizli. Kimi yılbaşı ağacı, kimi araba, kimi ayı. Alaz’ı onun bir resim olduğuna inandırıp açılan pencereler ardındaki çikolataları gün be gün biz yedik.
Neymiş, otele kapalı kalmamak için etrafında yürüme mesafesinde gezilecek yerler olması güzelmiş…
Ardından kaldığımız sahil kasabasına göz atmak için Puerto de Mogan sahiline gittik. Küçük bir kumsalı, birkaç oyun parkı, dar sokakları ve büyük bir yat limanı vardı. Kaldırımda müzisyenler ve plajda turistler ile tipik bir sahil beldesiydi. Otelin oyun parkıyla yetinmeyen Alaz’ı sahildeki parkta oynattık biraz da. Rüzgar artıp da hava serinleyince liman kısmına gitmeyip otele geri döndük. Otelde akşam yemekleri ikiye ayrılmış. İlki akşam 6’da başlıyor, diğeri 8:30’da. Çocuklu olanlar ve tabii biz de akşam 6’da başlayan yemeği tercih ettik. O gece erken bir akşam yemeği sonrası Alaz’ı odaya götürüp evde uyku öncesinde yaptıklarımızı uyguladık. Banyo, süt ve kitap sonrası biraz nazlansa da kendisi için hazırlanmış bebek yatağında oyuncak maymunu Pepe’ye sarılıp uyumuştu. Bu şekilde, bizimle aynı odada uyuyup biraz geç saatte yatsa da tatilde de bir düzeni olacağını anladı sanırım. Sonraki gecelerde bir sorun yaşamadık çünkü. Sabaha dek uyudu yatağında.
Yazarın notu: Buraya kadar sıkılmadan okuduğunuz için teşekkür ederim…
Üçüncü günümüzü otel civarında geçirdik. Kahvaltı sonrası otelin bahçesinde yeralan arkeolojik siteyi görmek için ufak bir trekking bile yaptık. Alaz da ilk kez taşlı topraklı patikalara tırmandı. Gerçi oda yakınındaki kayalıkların 1000 sene önce bir mezarlık olduğunu öğrenmek, hatta açılmış dizi dizi mezarları görmek pek hoş olmadı tatilin başında.
Neymiş, küçük çocukla tatildeyken çocuk klübü veya oyun parkı şartmış…
Kısa tırmanış ardından güneş ortalığı ısıtana dek babası Alaz’ı çocuk klübüne götürdü. Diğer çocuklarla birlikte kek yapmışlardı, akşamüzeri afiyetle yedik. O gün uzun bir öğle uykusu uyuyunca akşam yemeğinde neşe saçtı ortalığa. Üstelik o gece otelde kutlama vardı, çocuklara ayrı animasyonlar alt katta, yetişkinlere piyano eşliğinde konser üst katta. Yemek sonrası Alaz’ı çocuk diskosuna götürdük. Dans etmeye bayılıyor bu ara. Çıldırdı sevinçten, hem dans etti hem sahneye tırmandı merdivenlerden. Hem gelen geçen çocukları öptü, hem onlara kendini öptürdü. Yarım saat sonunda tüm gece içip sapıtan İngiliz gençleri gibi olmuştu! Zorla ve kandırmacayla sahneden indirip odaya götürdük. Duş, süt derken kısılmış sesiyle kıkır kıkır gülüyordu. Tam zil zurna sarhoşa dönmüştü. Demek olay içkide değil, ortamda 🙂
Neymiş, etrafımızı gezelim, tanıyalım, ana-baba da eğlensinmiş…
Dördündü günümüz yani Çarşamba sabahı Alaz’ın odadaki kasayı kilitlemesiyle başladı. Hemen ilgili görevli gelip onu tekrar düzeltince arabaya atlayıp Maspolamas‘a yani adanın tam güneyine gittik. Keskin virajlı ve okyanus manzaralı yollar muhteşemdi. Playa de Ingles yani İngiliz plajı, Avrupa’nın en ünlü tatil beldelerinden biri. Maspolamas yakınlarında. 20. yüzyıl başlarında bir takım bohem insanlar gelip yerleştiği için İngiliz plajı denilmiş. Oysa ki o bohemler Fransız asıllıymış. 6 kilometre uzunluğundaki kumsalı, Sahra Çölü’nün bir uzantısı olarak görülmekte. Gördüğümüz kum tepeleri, kum girdapları, altın renkli kumu ve El Oasis ismiyle bunu doğrular gibi. 1960’lardan sonra bölgede dev oteller, alışveriş merkezleri, kafe ve restoranlar inşa edilmiş. O zamandan beri de her sene yaz-kış milyonlarca turist çekiyor. Çocuklara uygun sahili ve kumları olsa da, gündüz alışveriş merkezi ve plajdan başka yapılabilecek fazla seçenek yok. Geceleri de tüm bölge bir gece klübüne dönüşüyor. Hiç çocuk dostu değil, şimdiki bize göre değil yani 🙂
Sahilde çok rüzgar vardı. Uzakta gördüğümüz köpüklü dalgalar denize giremeyeceğimizi gösteriyordu. Gelmişken biraz kumsalda yürüyelim istedik; ama sonradan pişman oldum. Nedeni, ilerleyen satırlarda…
Neymiş, kum+rüzgar+güneş kremi biraraya gelmemeliymiş…
Rüzgar ve güneşten etkilenmesin diye Alaz’ın açıkta kalan yüzü, kolu ve ensesine güneş kremi sürdüm. Sonra babasının sırtına yerleşti ve attık kendimizi çöllere. Kum ayaklarımızın altında kayıyor, çöldeki gibi kum şekilleri yaratıyor, saatte 25 kilometre esen rüzgar 20 metre önümde yürüyen eşimin ayak izlerini yok ediyordu. Az ilerdeki tepeye vardığımızda babası Alaz’ı bana bırakıp fotoğraf çekmeye koyuldu. Manzara harikaydı; ama rüzgar gittikçe güçlendi mi ne her tarafımız kum olmuştu. Alaz’ı rüzgarın ters yönüne çevirsem de, yerden kumları avuç avuç alıp havaya atmasına engel olamadım. Tabii o kumlar da saçına, gözüne, ağzına doldu. Kumsaldan ayrılıp otoparka varınca Alaz’ı temizlemeye giriştim. Güneş kreminden ötürü tüm kumlar yüzüne yapışmış, çocuğun teninden ayrılmak istemiyordu. İki litrelik su şişesini Alaz’ı temizlemekle harcadıktan sonra arabaya binip oradan uzaklaştık.
Alaz’a yemek yedirecek mekan ararken Arguineguin‘de trafiğe takıldık. Geldiğimizden beri gördüğümüz en gelişmiş ve en büyük yerleşim yeriydi. Deniz kıyısında bir yaya yolu vardı kayalıklar üzerinde bir akşamüzeri yürüyelim dediğimiz. Puerto Rico‘daki otel yığınları arasından rüzgarlı zamanlarda korunaklı olduğu için tavsiye edilen Amadores‘e vardık. Çok kalabalıktı, iki katlı otoparkında park yeri bulmak için birkaç tur atmak zorunda kaldık. Sonunda arabaya park yeri, Alaz’a ve kendimize de yeme-içme yeri bulduk.
Yazarın notu: Buraya kadar sıkılmadan hala okuduğunuz için teşekkür ederim…
Amadores plajında boş alan yoktu neredeyse. Şezlonglar yayılmış sahilin büyük bir kısmına dipdibe. Fakat deniz ve denizden itibaren ilk şezlong arası 25 metre kadar var. O 25 metrelik kum alan da havlusuyla gelen ve şezlonga oturup para vermek istemeyenler için. Şezlong ve şemsiyeler aynı renkte, o yüzden çok kötü görünmüyor. Denize girense sadece çocuklardı hemen hemen. Yeterince ısınmamış olsam da gitmeden önce bir dalıp çıktım turkuaz renkli sularına Atlas Okyanusu‘nun. Bu plaj da tıpkı Anfi Del Mar gibi el yapımıydı, yani doğal değil. Plajdaki kumların Bahamalar’dan getirildiği söyleniyor.
Dönüş yolunda uyuyan Alaz’ı otelde havuz kenarında bir şezlonga yatırdık. Tabii ki uyandı kısa bir süre sonra havuzun çekim kuvvetinden olsa gerek. Akşam yemeğinde gene başka çocuklar buldu oynayacak, kimisiyle saklambaç oynadı kimisinin peşine takılıp koşturdu diskoya. Zar zor koparabiliyoruz kendisini eğlence hayatından şimdiden. İleride nasıl olacak bu işler bilmem?
Neymiş, öğrenecek ve görülecek ilk-ler bitmezmiş…
Perşembe tüm günü otelde geçirdik. Kahvaltının ardından otelin botanik bahçesini gezip değişik türlerdeki kaktüslere baktık. İlk kez adam boyu, hatta ağaç şeklinde kaktüsler görüyordum. Otelin bir diğer özelliği de bahçesindeki değişik çiçekler ve ağaçlar. Üstelik herbirinin altında Latince isimlerinin yazılı olduğu etiketler var. Meyvesi üzerinde muz ağaçları havuz kenarına yerleştirilenler arasında.
Neymiş, babalar ve çocuklar tatilde kaynaşsın, anneler nefes alsın…
Botanik bahçesinden hemen sonra havuz başına gittik, güneş gören bir yer bulduk; favori mekanlar tüm gün güneş alanlar! Hava gölgede serin; ama güneş gelince epey ısınıyor insan. Genelde anneler yerine babalar ilgileniyor çocuklarla. Tatil diye olsa gerek. Bizde durum öyleydi, oğlumla babası havuzda vakit geçirirlerken ben de şezlongda yazdım bazı satırları. Kafamı kaldırıp onlara her bakışımda birşeyler değişiyordu; ya şapkası başında değil suya düşmüş, ya tişörtü ıslanmış, ya beziyle suya oturmuş halde görüyordum Alaz’ı. Öğle vakti yemeğe götürdük. Yorgunluktan olsa gerek, ilk geldiğimiz gün marketten bunu kesin yer diye aldığımız haşlanmış konserve mısırdan başka birşey yemedi. Ardından doğru odaya götürüp uyuttuk. Ben de bir güzel uyumuşum iki saat. Uyanınca giydirip, giyinip tekrar havuz başındaki yerimize koştuk. Tabii her havuza gidişimizde, kanarya kuşlarının bulunduğu kafese ve boyu kadar satranç taşlarına takılıyorduk bir süre.
Güzel güzel oynadı çocuklarla. Kimisiyle kovasını küreğini paylaştı ki normalde hayatta vermez oyuncaklarını. Kimisine simidini verdi. 2 yaşlarındaki biri kız biri erkek ikizler, Alaz’a epey örnek oldular. Onlar ne yaparlarsa Alaz da aynılarını yapmak istiyordu suda.
Neymiş, balkon şartmış…
Sakin bir gün ve gece geçirdik. Hatta akşamında Alaz’ı uyutup Muhteşem Yüzyıl’ı izledik odamızın balkonunda ay ışığında…
Cuma sabahı Puerto de Mogan‘a pazar kurulurmuş. Kahvaltı sonrasında, Alaz’ı bebek arabasına atıp gezindik. Pazar, otelden çıkar çıkmaz başlıyor ve tüm kasabaya yayılıyor. Her sokakta tezgahlar kurulmuştu. Zaten kalabalıktan yürümek de imkansız. Bir meydanda canlı müzik var, diğerinde taze meyve suları; muz, ananas, guava, hindistan cevizi, mango gibi tropik meyvelerden. Pazar, turistlere yönelik. En çok ilgimi çeken bizdeki şile bezi kumaşa benzer pamuklu kumaştan yapılmış giysiler oldu. Mogan pamuklu kumaşı deniyor ona da. Kız çocuğu elbiselerine bayılmakla yetindim. Zaten hep güzel giysiler kız çocukları için!
Yazarın notu: Buraya kadar sıkılmadan tatilimizi okuduğunuz için teşekkür ederim…
Ardından Venedik dedikleri limanda bulduk kendimizi. Begonvilli dar sokakları, beyaz badanalı 2 katlı evleri, bahçelerinde muz ağaçları ve evlerin aralarından geçen kanallarıyla gönlümüzü çaldı. Bir süre rüzgarda uçuşan kırmızı begonvil çiçekleri ardında koşan Alaz, limandaki sıra sıra dizili yatlar ve tekneleri görünce çıldırdı. Her birine binmek için koşturdu ‘patapata‘ diye bağırarak. Zor zaptettik diyebilirim. Elini bıraksak patapataya gideceğim diye 3-5 metre derinlikteki cam gibi berrak denize atlayıp yarım metrelik balıklarla yüzecek! Nasıl meraklı teknelere anlatamam…
Liman ucuna dek her noktada pazar kurulu ve çoğu turist olmak üzere akın akın insan ilerliyor sokaklardan. Yakın civardaki beldelerden pazar kuruluyor diye turistler gelmiş olmalı. Mogan’da o kadar insan yoktu. Dibi cam olan feribotlar diğer limanlara yolcu taşıyor. Bir de denizaltı deneyimi adı altında yapılan bir tur var. Denizaltına binip balıklara ve su altı dünyasına 45 dakikalık bir gezi. Bazıları pahalı olduğunu bazılarıysa o paraya değdiğini söylüyor. Kişi başı 29 Euro, biz de kararsızız yapsak mı yapmasak mı diye. Ardından tıklım tıklım dolu kafelerden birinde tesadüfen yer bulduk. Canarian patatoes dedikleri patates ve yanında ikram edilen mojo sosundan, birer de tropik meyve suyu söyledik kendimize. Alaz’a biraz patates ve yoğurt yedirdim yanıma aldığım mısır sayesinde.
Otele dönmeden önce plaja uğradık. Plajlar ücretsiz; ama şemsiye ve şezlong ücrete tabi. Hava rüzgarlı olduğundan Alaz ve ben denize girmedik. Babası yüzdü, biz kumda oynadık. Asansörle odaya çıkarken uyuyakaldı Alaz. Uyanınca havuza götürdük. Bu kez babası şezlongda yerini aldı, Alaz’la ben oynadım. Yüzdürdük, hatta kıyıdan boynuna dek kendi başına yürüdü su kuşumuz. Zaten havuzdan çıkışı kavga kıyamet! Güneş batana dek sudan çıkmıyor, biz zorla çıkarınca da ortalığı yıkıyor. Hemen yakındaki çocuk parkına götürüyoruz oyalamak için. O günlerde gene huysuzluğu üzerindeydi çıkarmakta olduğu diş yüzünden. Yememesinin bir nedeni de o olabilirdi.
Neymiş, çocuklar tatilde yemek yemezmiş, kafaya takmayacakmışmışız…
Akşam yemeği sırasında yakınımızda bulunan iki masanın çocukları da bizim Alaz gibi yemeyi reddedenlerdendi o gece. Bir ara üçü de kafalarını masaya yaslamış bakıyorlardı birbirlerine. Sanırsın ki yorgunlar, uykuları gelmiş; ama az sonra mini diskoda ortalıkta koşturacak üçlü onlar değil! O gece Mira ve ailesiyle tanıştık. Alaz’dan bir ay küçük Alman bir kız bebek. Onlarla oturup sohpet ettik çocuklar dans ederken. Bir de Stella var; Alaz’a hasta! Alaz’ı nerde görse kucaklayıp yanaklarını sıkıyor. Alaz da onun yanına gidip kendisini sevdiriyor bir güzel, sonra da yanımıza gelip anlatıyor Stella’nın ona neler yaptığını. Diskodan da havuzdan da zor çıkarıyoruz kendisini. Odaya gelirken yol üzerindeki balık havuzunda mola veriyoruz. İyi geceler diliyoruz balıklara, sonra aydedeye ve yıldızlara. Odada hızlı bir banyo, diş fırçalama faslı, sütü, bezi, kitap okunması derken bazen mutlu şarkı söyleyerek bazen mutsuz bağırarak; ama birkaç dakika içinde dalıyor uykuya.
Neymiş, araba kiralamak mesafeleri azaltır, gezmeyi kolaylaştırırmış…
Cumartesi sabahı Puerto de Mogan kıyısından içeriye kuzeye doğru araba sürmekti planımız. Gidebildiğimiz kadar gidip Kanarya Adaları’nın başkentinden biri olan Las Palmas‘ı da görüp otele dönmekti amacımız. Böylece ada çevresinde tam bir tur atmış olacaktık. Önce dağ köyü olan Mogan‘dan geçtik. Zaten ondan sonra keskin virajlar başladı. Kısa bir süre sonra 1000 metre yüksekliğe ulaşmıştık. Alaz çoktan uyumuştu arka koltukta. Benim midemde de kelebekler uçuşmaya başlamıştı. Dikkatimi yola vermek durumunda kaldım midem bulanmasın diye. Arada bir manzara izlemek için park yerleri vardı. Yaklaşık bir saat kıvrım kıvrım yollardan dağların arasından ilerledikten sonra kıyıya yaklaştık. El Hoyo‘dan itibaren San Nicolas düzlükleri denize dek seralarla doluydu. Çoğunun içinde ne yetiştirildiği belli olmuyordu arabayla geçerken; ama bazısında muz ağaçları vardı.
Londra’da Canary Wharf var Thames nehrinin şehre girdiği doğu kıyısında. Bölgenin adı Kanarya Adaları’ndan geliyor. Zamanında Kanarya Adaları’ndan gelen meyve ve sebzenin indirildiği bir limanmış şimdinin finans merkezi. İngiltere’de satın aldığımız muzların kaynağı San Nicolas bölgesindeki seralardı işte. Tam denize ve düzlüklere gelmişken yol gene dağların arasına saptı. Başladık virajları tırmanmaya tekrardan. Alaz uyanmış, bakınıyordu kendine gelmek için. Pek ilgilenmemeye çalışıyordum kucak isteyecekti yoksa.
Dragon’s Tale yani ejderin kuyruğu dedikleri manzarayı görmek için diğer araçların da parkettiği El Balcon denilen yerde durduk. Durur durmaz da bir adam kapımı açıp kürdana takılmış bir parça kek uzattı bana. Diğer araçlardakilere yaptığı gibi üçümüze de bademli kek ikram etti. Bir nevi hoşgeldiniz diyor, manzaraya karşı ufak seyyar bir büfe kurmuş çay, kahve, kek falan satıyor. Eşim bu ikrama karşılıksız kalmamak için bir bardak sütlü kahve satın aldı. Alaz’a da sabah kahvaltısı için aldığımız meyvelerden verdik. Bunu farkeden inatçı ve gürültücü bir karga musallat oldu başımıza. Dragon’s Tale, Anden Verde kayalıklarının bir uzantısı. Fotoğraflardan görüldüğü gibi bir ejderha kuyruğunu anımsatıyor özellikle de gölge vurunca. Kısa molamızdan sonra yola koyulduk Alaz’ı araba koltuğuna oturtmamız zor olsa da. Tekrar virajlı yollar başladı; ama bu kez sol yanımızda okyanus vardı Agaete‘ye ilerlerken.
Yazarın notu: Buraya kadar sıkılmadan okuduğunuz için teşekkür ederim… Dayanın az kaldı…
Eşim çocukluklarında babasının götürdüğü arazi yollarını anımsadığını anlattı. Alaz iyice sıkıldı virajlarda. Bildiğimiz tüm şarkıları dans hareketleriyle söyledik oyalamak için. Acıkmış olabileceğinden haritadaki en yakın yerleşim yeri olan Puerto de Las Nieves‘e uğradık.
Pek umduğumuzu bulamadık açıkçası. Deniz kenarında bir kafe mesela. Bir iki restoran vardı; fakat henüz öğle yemeği için erkendi. Elbette tekrar arabaya binmek hiç hoşuna gitmedi. Bu defa yolumuz otoban, gitmek istediğimiz nokta da 15 dakika uzaklıktaydı.
Neymiş, biraz da müze gezelim, bilgilenelim…
Galdar‘a, Cueva Pintada (painted cave) müzesini ve arkeoloji sitesini görmek için uğradık. Galdar bir tepenin eteğine kurulu sevimli bir şehir. Adanın Guanche denilen ilk yerlilerinin başkenti olan yer. Cueva Pintada ise 6. yüzyıldan eserler taşıyan bir arkeoloji parkı ve müzesi. İspanyolların adayı keşfinden önce bölgede yaşayan Guanche insanlarının kurduğu bir şehir. Mağara duvarlarında renkli boyalarla işlenmiş şemalar bulunuyor. Bu şemaların da ilk takvimlerden olduğu düşünülmekte.
İngilizce dilinde yapılan tura denk geldik. Bizden başka çocuklular da vardı. Gerçi Alaz heyecanla etrafı izledi özellikle de, babası, oraların büyük büyük dedelerinin evlerinden olduğunu anlatınca 🙂 Fotoğraf çekmek yasaktı, resimlere müzenin internet sitesinden ulaşabilirsiniz.
Müzeden çıkınca, karnımızı doyurmak için eski şehrin dar sokaklarında kafe aramaya koyulduk. Bize Havana‘yı anımsattı oralar. Alaz’ın yine yemek yemeyi reddetmesi dışında güzel bir mola oldu. Oldukça yorgundu ve huysuzluk çıkarıyordu. Arabayı park ettiğimiz otoparkta yerdeki çakıl taşlarıyla oynadı üstü başı toz olana dek. Ardından temizleyip arabaya oturttuk. Las Palmas yoluna çıkmadan uyumuştu.
Tesadüfen, arabada GPS olmamasına rağmen yolumuzu bulduk başkent ve büyük şehir Las Palmas’ta. Deniz kıyısından uzanan iki şeritli geniş cadde bize Konak-Üçkuyular ve Bostancı-Maltepe sahil yollarını hatırlattı. Tabii en büyük fark, Las Palmas’da yanyana dizili palmiye ağaçlarıydı. Şansımıza Plaza de Santa Ana‘ya ve Christopher Columbus’ House yani Kristof Kolomb’un evine yakın bir sokağa arabayı parkettik. Uyuyan Alaz’ı pusetine yerleştirip tarihi meydana ve Katedral’e doğru ilerledik.
Neymiş, her an her yerde bebek bezi değiştirmek gerekebilirmiş…
Elbette Alaz masum masum etrafa bakınıyordu uykulu gözlerle. Tabii Kristof Kolomb’un kaldığı eve, Casa de Colon’a girdiğimizde kucak istedi. Kucakladığım an bezini değiştirmemiz gerektiğini fark ettim. Malesef civardaki tuvaletlerde bez değiştirmek için yer yoktu. Ben de Katedral merdivenlerine oturdum ve işe giriştim. Babasının da yardımıyla pusetin içinde yatarken değiştirdim altını, ne kadar zordur tahmin edersiniz! Geçen Mayıs ayında Ortaköy’den Beşiktaş’a ilerlerken aynı işi aynı şekilde yapmış olmamız gözümde canlandı. Tabii o zamanlar bebekti ve yatırdığımızda rahat rahat sığıyordu pusete.
Kristof Kolomb, Amerika keşfine giderken Kanarya Adaları’na uğrar, adadan gemiye erzak ve mürettebat takviyesi yaparmış. Hatta Amerika’ya yerleştirilen birçok ailenin Kanarya Adaları kökenli olduğu biliniyor. Alaz altı temiz, sütü elinde neşeyle evin odalarını, sular akan bahçelerini gezindi. Ön bahçedeki papağanlara kafayı taktı bir süre, yanlarından ayıramadık. Daha sonra Katedrale ve Santa Ana meydanına gittik. Bronz köpek heykelleri meydanın en önemli simgesi. Kanarya Adaları isminin sarı kanarya kuşlarından geldiği düşünülür hep. Oysaki eski çağda Romalılar adalardan birinde yüzlerce vahşi köpek görüyor ve adaları Insula Canum olarak adlandırıyor. Sonraları adada yabani saka kuşlarının olduğu farkediliyor ve adaya ‘Dog Island Birds’ yani köpek adası kuşları deniliyor. Tabii ada daha sonraları Fortunate Islands olarak biliniyor. Adanın adının kendilerini Canarii olarak adlandıran bir çeteden geldiği de öne sürülmekte. Köpekler de Kanarya Adaları’nın bayraklarında yeralan bir simge.
Neymiş, müzeler arasında çocukları meydanlara salmak önemliymiş…
Alaz köpeklerin kuyruklarını sevdi önce. Bir köpekten diğerine koşturdu. Ardından ayakları, ağzı, burnu derken birinin üzerine oturdu sonunda. Bıraksak hiç sıkılmadan saatlerce oyalanacaktı. Hediyelik eşya dükkanlarına bakıp önceden tanıştığımız Las Palmas’lı arkadaşlarla buluştuk. Onlarla kahve içerken, Alaz iyice özgürlüğünü ilan etmiş, yan masalardan ileri gidip meydana çıkmış, gelen geçen insanlarla selamlaşıyordu. Bir yandan özgür bırakalım istiyoruz, bir yandan da bu kadar açılmasın istiyoruz nasıl olacak bilmem? Alaz, gözümüzden uzaklaştığında ben ya da babası gidip geri getiriyor, uzaklaşmamasını, onu görmemiz gerektiğini izah ediyorduk. Tabii onca şey varken etrafta bizim dediklerimiz bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu. Yine birkaç arkadaş buldu kendine yan masalarda. Tam masadan kalktık, dönüş yoluna geçmek için arabaya gideceğiz, gene bizim yaramazın altının değişmesi gerekti. Bu kez meydandaki bir bank üzerinde hallettik işimizi.
Otele dek bir saat yolumuz vardı, hava kararmaya başlamıştı. Alaz’ın biraz uyuması ve yemek için enerji toplamasını umduk; fakat o bizimle muhabbet etmeyi seçti. Bir süre şarkı söyledik hep birlikte, sonra sıkıldı ve mızmızlanmaya başladı. Otele vardığımızda yorgun bir ateş topu vardı elimizde gene. Neyse ki iphone ve gün boyu çekmiş olduğumuz resimler sayesinde yemek sırasında Alaz bombası patlamadan, karnını ve karnımızı doyurup yatağına koyduk akşamın geç saatlerinde.
Yazarın notu: Buraya kadar sıkılmadan okumamanız imkansız, size çok teşekkür ederim…
Pazar günü, otelde ve havuz kenarında sakin bir gün geçirdik. Hatta sabahtan tüm gün güneş görecek bir yerde şezlong tuttuk. Öğle uykusu hariç havuzdaydı gün boyu Alaz da bizimle. Kendine yeni arkadaşlar ve oyuncaklar buldu. Önceki günün yorgunluğunu atamamış, üstelik de sabah erken kalkmıştı. Yorgun ve biraz huysuzdu; en ufak bir terslikte çığlığı basıyordu. Sanırım 2 yaş sendromuna yaklaşıyorduk gün be gün! Babası Alaz’ı alıp uyumaya odaya götürdü, böylece ben de sakin, sessiz havuz keyfi yaptım. Dikkat edince etrafta ufak çocuk da kalmamıştı zaten. Herkes öğle yemeği veya uykusuna çekilmişti. Alaz’ın bu tatilde günde bir kez uyuduğu da iyi olmuştu.
Neymiş, tebdili mekanda ferahlık varmış…
Akşam yemeği sonrası çocuk diskosundan sonra biraz yürüyüş yapalım istedim. Puerto de Mogan sahiline gittik. Alaz ilk defa akşam 8’de parkta kaydıraktan kayıyordu. O akşam da yemeyi reddetmişti ve neredeyse 24 saattir sütle yaşıyordu. Gerçi marketten aldığımız sütün içinde bisküvi olduğunu öğrenince (İspanyolca çeviri yaptırıp), içtiği sütün Alaz’ı tok tutabileceğini varsaydık. Gene de anne olarak ya hasta oluyor ya diş çıkarıyor diye düşünüyor, ağzına bir lokma birşey sokabilmeyi başarı sayıyordum. Açık büfede birçok yiyecek arasında Alaz’ın ağzına hiçbir şey sokmaması oldukça rahatsız ediyordu beni içten içe. Meydanın etrafı restoran ve kafelerle çevriliydi. Küçük; ama oğlumdan büyük çocukların yat limanı önündeki meydanda koşturmalarını izledik. Alaz’la bir sonraki tatilde, yemeği otelde yemek yerine dışarda istediğimiz yerde ve saatte yiyebilirdik belki. Limana bağlı dizi dizi yatları görünce heyecenla bağırdı ‘pata pata‘ diye. Neşelenmişti onları görünce, başladı anlatmaya nasıl ellediğini, balık tuttuğunu falan. Yemekte yanıma aldığım balık kroketlerden çıkarıp vermeyi denedim. Aklım fikrim yemek yememesinde ya! Neyse ki elimden kapıp yedi tekneleri izlerken. Çocuk oteldeki yemek salonundan sıkılmış demek! 🙂
Pazartesi eski yılın ve tatilin son günüydü. Henüz görmediğimiz adanın ortasındaki dağlara mı çıksak yoksa yakındaki bir plaja mı gitsek diye konuşsak da oğlumuzun yolculuk öncesi sakin bir gün geçirmesinin daha doğru olacağına karar verdik. Alaz’ın öğle uykusuna dek havuzdaydık. Hatta bir ara animasyon ekibinde bulunan ve ilk günlerde korktuğu Carlos’un yanında dans etti. Otelin tek kötü yanı öğlen 1’e dek yeme imkanı olmamasıydı. O saatte de Alaz yiyemeyecek kadar yorgun oluyordu sabah erken kalktığından. O nedenle sabah kahvaltı esnasında Alaz’a hazırladığım tosttan havuz başında yedi. Ardından öğle uykusuna yatırmak için odaya gittik. Babası ve ben de balkonda buz gibi biramızı yudumladık tabii o sırada gelen bir facebook mesajından Bloğum dergisinde ‘Çocuklarla Rahat Bir Tatil İçin Altın Kurallar‘ yazımın yayınlandığını öğrendim.
Neymiş, yine yeni bir ilk yaşıyormuşuz…
Alaz uyanınca hepbirlikte otelin önüne gittik. Birçok rengarenk uçan balon hazırlanmıştı. Küçük küçük kağıtlara yeni sene için dilekler yazılıp balonlara bağlanıp gökyüzüne bırakılacaktı. Oranın adetlerinden biriydi. Alaz bir tane balonla yetinmedi tabii ki. Üstelik herkes balonları elinden bıraktığı anda birkaç ağlayan çocuk oldu. Neyse ki Alaz ardı ardına havaya yükselen balonların ardından bağıracağı sırada elindeki diğer balonları fark etti. Böyle bir olayı ben de Alaz gibi ilk kez görüyordum. Balonların rüzgarla uzaklaşıp dağlara doğru sürüklenmesi çok da hoş görünüyordu. Öte yandan bazı balonlara dilekler fazla gelmişti havalanamadı, bir kısmı ise ağaçlara takıldı. Bizim sarı balona ne oldu kim bilir? Bu adet adalarda yaygınsa bir yerlerde balon mezarlığı olsa gerek. Çevre kirliliğine yol açtığı şüphesiz; ama eğlenceli olduğu da bir gerçek.
Hava ilk kez bulutlandı o öğleden sonra. Sahile gittik. Bir kafeye oturup kahve içtik denize karşı. Alaz özgür ruhuyla dolanıyordu etrafta. Sonra aldı başını gitti, uzaklaştı. Gözümüzle takip için fazla uzaklaşınca arkasından yürümeye başladım araya mesafe koyarak. Ne kadar uzağa gidecek, bizi arayacak mıydı merak ediyordum. 50 metre falan ilerledikten sonra tabii yoluna çıkanlara da selam vermeyi ihmal etmeden, sahile döndü ve göğsüne dek yükseklikteki duvara yaslandı. Denize veya sahilde kumlar üzerinde oynayan çocuklara öpücük yolladı birkaç kez. Tam arkasındaydım, beni görmemişti henüz. Sonra ‘bye bye pata pata‘ diyerek el salladı ve arkasını dönüp bana gülümsedi. Başından beri benim orda olduğumun farkında gibiydi. Dayanamadım kucaklayıp öptüm; ama bu kadar uzaklaşmasının doğru olmadığını bir kez daha anlattım. Ne ilk ne de son olacaktı bu ikazlarım elbette.
Yazarın notu: Buraya kadar eşim bile okumamıştır. Harikasınız! Çok teşekkür ederim…
Akşama gala yemeği vardı yeni yıl sebebiyle. Cici bici hazırlanıp yemeğe gittik. Bu kez bebek arabasını da aldık yanımıza. Önce piyano eşliğinde arya söylenen bir kokteyle katıldık, ardından yemek salonuna indik. Alaz gene pek iştahlı değildi. Üzerine gitmedik, nasıl olsa eve dönünce düzene girecekti iştahı da. Yemeğin sonunda pasta üzerinde gördüğü çileklerden istedi. Tüm salonu dolaşıp nerde çilek varsa Alaz’la birlikte topladık, koca bir tabak dolusu çilek yemiş oldu akşam yemeği olarak. Ardından bahçedeki bara, çocuk diskosuna katıldık. Hepbirlikte dans ettik Alman, Norveç ve İsveç arkadaşları ve onların aileleriyle. Günlerdir havuzda, yemekte, çocuk parkında ve diskoda o ailelerle birlikteydik. Ayrılırken de adreslerimizi bıraktık. Sanırım Alaz sayesinde dünyanın her bir köşesinde tanıdıklarımız olacak yakında.
Neymiş, umduğun planlar ummadığın planlara dönüşebilir, esnek olmakta fayda varmış…
Akşam için animasyon ekibi bir şov hazırlamıştı. Ona katılmak için Alaz’ı bebek arabasında uyutmaya, onun için de otel civarında yürümeye başladık. Alaz’ı uyutup şovu izlemeye gittiğimizde henüz kimseler yoktu salonda, vazgeçip havuz kenarına gittik. Az sonra Alaz kıpırdanmaya başladı. Soğuktan, seslerden veya dönememekten dolayı olsa gerek pek bir huzursuz uyuyordu. Tekrar uyutup odaya götürdüm. Yerine yatırıp, gece yarısında otelin düzenlediği havai fişek gösterisini izlemek için balkona çıktık. Otelin balkonlarında birçok kişi vardı, demek yalnız biz değildik odada mahkum kalan. Neyse ki Alaz tık demedi o yarım saat boyunca güm güm patlatılan fişekler ve dağlardan yansıyan seslerden ötürü.
Ertesi sabah Alaz hayatında ilk kez 7’den sonra uyandı. Kahvaltı sonrası ben eşyaları toparladım, babası Alaz’ı alıp dışarı çıkardı. Sonra da arabaya atlayıp Amadores plajına gittik. Gene tıklım tıklım doluydu plaj ve park yeri. Çok severim plajda uyumayı; ama epeydir yani Alaz’dan beri fırsatım olmamıştı, ilk kez içim geçmiş. Demek ki sabah çanta hazırlama olayları, biri yola, biri yiyecekler, biri bagaja, biri plaja, biri plajdan sonraya derken, beni zihinsel ve fiziksel olarak epey yormuş.
Gran Canaria plajlarında hemen hemen herkes üstsüz güneşlenip denize giriyordu. Özellikle de orta yaş üstü bayanlar. Alaz nasıl oldu da ‘meme meme‘ diye ilgi göstermedi, şaşırdım! Uyku üzerine buz gibi turkuaz rengi denize girip yemeğe oturduk. O denizin tuzu bizimle birlikte Londra’ya dek geldi desem şaşırmazsınız değil mi? Eskiden İstanbul’a giderken deniz sonrası duş almazdık döneceğimiz gün, bu kez isteyerek olmasa da Londra’ya öyle gittik. Hatta plajdaki duş suyu çok soğuk olunca Alaz bile üzerinde deniz suyuyla eve döndü ve sabaha dek öyle uyudu. Tabii tenine yapışan kumların ne kadarı temizlenmişti ne kadarı bizim evde bilinmez?
Neymiş, havalimanına erken gitmek çocukla stressiz bir yolculuk sağlarmış…
Plajda acele bir yemek sonrası toparlandık ve otoparkta üzerimizi değiştirip havalimanı yoluna koyulduk. Elbette Alaz uçağa gidiyoruz diye ekstra heyecanlıydı yol boyu. Havalimanında da uçaklara bakmak için oradan oraya koşturdu. İki saat erken varıp da havalimanında ne yapacağız diye söylenirken, yolcuları, uçağın kalkış saatinden bir saat önce uçağa aldılar. Neredeyse son binenlerdendik. Uçak kalkar kalkmaz uyudu kollarımda kıpırdak, saat 7’yi geçmişti. Yanımızdaki genci başka bir boş koltuğa gönderip yatırdık bir güzel aramıza. Ben film izledim, babası kitap okudu. Çay içip kek yedik hatta. Arkamızda Alaz’dan biraz büyük bir bebek de uyumuştu babasının kucağında; fakat her derin uyku döngüsünde uyanıp bağırıyordu. Ailesi ‘şşşh‘ yapıp uykuya dalmasını sağlıyorlardı. Yanımız boş olmasa muhtemelen Alaz da rahatsız olup bağırırdı. Film bitip de ben de biraz uyuyayım der demez, Alaz uyandı. Aniden yattığı yerden kalkarak oturdu aramıza. İlk kez çok uykusu olduğu halde ve uyku vakti olduğu halde (saat 9’u geçmişti) uyumayı reddetti. Yolculuğun kalan 2 saatinde tam bir mızmıza dönüştü. Özellikle de kollarıma alıp tekrar uyutmak istediğimde uçağı ayağa kaldırdı diyebilirdim; ama uçak Easyjet olduğundan zaten gürültülüydü ve Alaz’ın bağırmasını ancak yakınımızda oturanlar duydu. Pes ettik ve uyutmadık. Gece yarısını geçiyordu ev yolunda, takside uyuyakaldığında.
Neymiş, tatilden döner dönmez yeni tatil planlamak ruh sağlığına iyi gelirmiş…
Tatil sonrası eve dönüş her zaman zor; ama bu kez Gran Canaria’dan sonra Londra’da hava buz gibi soğuk hatta kalorifer yanmadığından bizim evin ısısı 15 dereceydi. Alaz’a kalın pijamalarını giydirirken uyandı, uyutması zaman aldı bas bas bağırınca. Sonrasında sabaha dek deliksiz uyumuşuz üçümüz de yorgunluktan. Böyle bitti bir tatil daha ve anısı kaldı şu yazılarda. Alaz da 5-6 kelime içeren cümleler kurmaya başladı tatil sonunda, yakında o söyler ben yazarım…
Not: Tüm fotoğraflar bana aittir. İzinsiz kullanmayınız…
2 Yorum Var
Ne kadar güzel gezmişsiniz. Bugün kendi bloğumda "çocuklarla tatil" postu hazırlarken bloğunuzu buldum. Sizin yazılarınızı okuyunca da tatil konusunda pek de ahkam kesmemem gerektiğini anladım. 🙂 Benim kızlarım 6 ve 3 yaşında, 3 sene sonra biz de yurt dışı tatillerine çıkmayı planlıyoruz. Kızların da anıları olsun istiyoruz. sevgiler. http://www.kizlarimlabuyuyorum.blogspot.com
Teşekkürler 🙂 Çocuklara anı bırakmak için başladı herşey. Eminim ilerde keyifle okuyacaklardır. Yazılarınızı merakla bekliyorum.