Cumartesi sabahı Puerto de Mogan kıyısından içeriye kuzeye doğru araba sürmekti planımız. Gidebildiğimiz kadar gidip Kanarya Adaları’nın başkentinden biri olan Las Palmas’ı da görüp otele dönmekti amacımız. Böylece ada çevresinde tam bir tur atmış olacaktık.
Önce dağ köyü olan Mogan’dan geçtik. Zaten ondan sonra keskin virajlar başladı. Kısa bir süre sonra 1000 metre yüksekliğe ulaşmıştık. Alaz çoktan uyumuştu arka koltukta. Benim midemde de kelebekler uçuşmaya başlamıştı. Dikkatimi yola vermek durumunda kaldım midem bulanmasın diye. Arada bir manzara izlemek için park yerleri vardı. Yaklaşık bir saat kıvrım kıvrım yollardan dağların arasından ilerledikten sonra kıyıya yaklaştık. El Hoyo’dan itibaren San Nicolas düzlükleri denize dek seralarla doluydu. Çoğunun içinde ne yetiştirildiği belli olmuyordu arabayla geçerken; ama bazısında muz ağaçları vardı. Londra’da Canary Wharf var Thames nehrinin şehre girdiği doğu kıyısında. Bölgenin adı Kanarya Adaları’ndan geliyor. Zamanında Kanarya Adaları’ndan gelen meyve ve sebzenin indirildiği bir limanmış şimdinin finans merkezi. İngiltere’de satın aldığımız muzların kaynağı San Nicolas bölgesindeki seralardı işte. Tam denize ve düzlüklere gelmişken yol gene dağların arasına saptı. Başladık virajları tırmanmaya tekrardan. Alaz uyanmış, bakınıyordu kendine gelmek için. Pek ilgilenmemeye çalışıyordum borçlu çıkmamak için. Kucak isteyecekti yoksa.
Dragon’s Tale yani ejderin kuyruğu dedikleri manzarayı görmek için diğer araçların da parkettiği El Balcon denilen yerde durduk. Durur durmaz da bir adam kapımı açıp kürdana takılmış bir parça kek uzattı bana. Diğer araçlardakilere yaptığı gibi üçümüze de bademli kek ikram etti. Bir nevi hoşgeldiniz diyor, manzaraya karşı ufak seyyar bir büfe kurmuş çay, kahve, kek falan satıyor. Alaz’ı da giydirip arabadan indik. Eşim bu ikrama karşılıksız kalmamak için bir bardak sütlü kahve satın aldı. Alaz’a da sabah kahvaltısı için aldığımız meyvelerden verdik. Bunu farkeden inatçı ve gürültücü bir karga musallat oldu başımıza. Neyse ki sorun olmadı. Dragon’s Tale, Anden Verde kayalıklarının bir uzantısı. Fotoğraflardan görüldüğü gibi bir ejderha kuyruğunu anımsatıyor özellikle de gölge vurunca. Kısa molamızdan sonra yola koyulduk Alaz’ı araba koltuğuna oturtmamız zor olsa da. Tekrar virajlı yollar başladı; ama bu kez sol yanımızda okyanus vardı Agaete’ye ilerlerken.
Eşim çocukluklarında babasının götürdüğü arazi yollarını anımsadığını anlattı. Alaz iyice sıkıldı virajlarda. Bildiğimiz tüm şarkıları dans hareketleriyle söyledik oyalamak için. Acıkmış olabileceğinden haritadaki en yakın yerleşim yeri olan Puerto de Las Nieves’e uğradık.
Pek umduğumuzu bulamadık açıkçası. Deniz kenarında bir kafe mesela. Bir iki restoran vardı; fakat henüz öğle yemeği için erkendi. Alaz’ı deniz kıyısındaki banklara oturtup yanımızdaki yiyeceklerden teklif ettik. Malesef yemeye niyeti yoktu gene. Bir süre koşturması için cesaretlendirdikten sonra yola koyulduk. Elbette tekrar arabaya binmek hiç hoşuna gitmedi. Bu defa yolumuz otoban, gitmek istediğimiz nokta da 15 dakika uzaklıktaydı.
Galdar’a, Cueva Pintada (painted cave) müzesini ve arkeoloji sitesini görmek için uğradık. Galdar bir tepenin eteğine kurulu sevimli bir şehir. Adanın Guanche denilen ilk yerlilerinin başkenti olan yer. Cueva Pintada ise 6. yüzyıldan eserler taşıyan bir arkeoloji parkı ve müzesi. İspanyolların adayı keşfinden önce bölgede yaşayan Guanche insanlarının kurduğu bir şehir. Mağara duvarlarında renkli boyalarla işlenmiş şemalar bulunuyor. Bu şemaların da ilk takvimlerden olduğu düşünülmekte.
İngilizce dilinde yapılan tura denk geldik. Bizden başka çocuklular da vardı. Gerçi Alaz heyecanla etrafı izledi özellikle de, babası, oraların büyük büyük dedelerinin evlerinden olduğunu anlatınca 🙂 Fotoğraf çekmek yasaktı, yukarıdaki resim de müzenin internet sitesinden.
Müzeden çıkınca, karnımızı doyurmak için eski şehrin dar sokaklarında kafe aramaya koyulduk. Bize Havana‘yı anımsattı oralar. Alaz’ın yine yemek yemeyi reddetmesi dışında güzel bir mola oldu bize. Oldukça yorgundu ve huysuzluk çıkarıyordu. Arabayı park ettiğimiz otoparkta yerdeki çakıl taşlarıyla oynadı üstü başı toz olana dek. Ardından temizleyip arabaya oturttuk. Las Palmas yoluna çıkmadan uyumuştu.
Tesadüfen, arabada GPS olmamasına rağmen yolumuzu bulduk başkent ve büyük şehir Las Palmas’ta. Deniz kıyısından uzanan iki şeritli geniş cadde bize Konak-Üçkuyular ve Bostancı-Maltepe sahil yollarını hatırlattı. Tabii en büyük fark, Las Palmas’da yanyana dizili palmiye ağaçlarıydı. Şansımıza Plaza de Santa Ana’ya ve Christopher Columbus’ House yani Kristof Kolomb’un evine yakın bir sokağa arabayı parkettik. Uyuyan Alaz’ı pusetine yerleştirip tarihi meydana ve Katedral’e doğru ilerledik. Elbette Alaz masum masum etrafa bakınıyordu uykulu gözlerle. Tabii Kristof Kolomb’un kaldığı eve, Casa de Colon’a girdiğimizde kucak istedi. Kucakladığım an bezini değiştirmemiz gerektiğini fark ettim. Malesef civardaki tuvaletlerde bez değiştirmek için yer yoktu. Ben de Katedral merdivenlerine oturdum ve işe giriştim. Babasının da yardımıyla pusetin içinde yatarken değiştirdim altını, ne kadar zordur tahmin edersiniz! Geçen Mayıs ayında Ortaköy’den Beşiktaş’a ilerlerken aynı işi aynı şekilde yapmış olmamız gözümde canlandı. Tabii o zamanlar bebekti ve yatırdığımızda rahat rahat sığıyordu pusete.
Kristof Kolomb, Amerika keşfine giderken Kanarya Adaları’na uğrar, adadan gemiye erzak ve mürettebat takviyesi yaparmış. Hatta Amerika’ya yerleştirilen birçok ailenin Kanarya Adaları kökenli olduğu biliniyor. Alaz altı temiz, sütü elinde neşeyle evin odalarını, sular akan bahçelerini gezindi. Ön bahçedeki papağanlara kafayı taktı bir süre, yanlarından ayıramadık Alaz’ı.
Daha sonra Katedrale ve Santa Ana meydanına gittik. Bronz köpek heykelleri meydanın en önemli simgesi. Kanarya Adaları isminin sarı kanarya kuşlarından geldiği düşünülür hep. Oysaki eski çağda Romalılar adalardan birinde yüzlerce vahşi köpek görüyor ve adaları Insula Canum olarak adlandırıyor. Sonraları adada yabani saka kuşlarının olduğu farkediliyor ve adaya ‘Dog Island Birds’ yani köpek adası kuşları deniliyor. Tabii ada daha sonraları Fortunate Islands olarak biliniyor. Adanın adının kendilerini Canarii olarak adlandıran bir çeteden geldiği de öne sürülmekte. Köpekler de Kanarya Adaları’nın bayraklarında yeralan bir simge.
Alaz köpeklerin kuyruklarını sevdi önce. Bir köpekten diğerine koşturdu. Ardından ayakları, ağzı, burnu derken birinin üzerine oturdu sonunda. Bıraksak hiç sıkılmadan saatlerce oyalanacaktı. Hediyelik eşya dükkanlarına bakıp önceden tanıştığımız Las Palmas’lı arkadaşlarla buluştuk. Onlarla kahve içerken, Alaz iyice özgürlüğünü ilan etmiş, yan masalardan ileri gidip meydana çıkmış, gelen geçen insanlarla selamlaşıyordu. Bir yandan özgür bırakalım istiyoruz, bir yandan da bu kadar açılmasın istiyoruz nasıl olacak bilmem? Alaz, gözümüzden uzaklaştığında ben ya da babası gidip geri getiriyor, uzaklaşmamasını, onu görmemiz gerektiğini izah ediyorduk. Tabii onca şey varken etrafta bizim dediklerimiz bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu. Yine birkaç arkadaş buldu kendine yan masalarda. Tam masadan kalktık, dönüş yoluna geçmek için arabaya gideceğiz, gene bizim yaramazın altının değişmesi gerekti. Bu kez meydandaki bir banka yatırıp hallettik işimizi.
Otele dek bir saat yolumuz vardı, hava kararmaya başlamıştı. Alaz’ın biraz uyuması ve yemek için enerji toplamasını umduk; fakat o bizimle muhabbet etmeyi seçti. Bir süre şarkı söyledik hep birlikte, sonra sıkıldı ve mızmızlanmaya başladı. Otele vardığımızda yorgun bir ateş topu vardı elimizde. Neyse ki iphone ve gün boyu çekmiş olduğumuz resimler sayesinde yemek sırasında Alaz bombası patlamadan, karnını ve karnımızı doyurup yatağına koyduk akşamın geç saatlerinde.
Kanarya Adaları tatilimizin tümünü okumak isterseniz Alaz Kanarya Adaları’nda linkini takip edin.