Tüm gün bulutlar ortalığı karartmış, yağmur yağmıştı. Nisan yağmurları başlamıştı sonunda. O gün akşam yemeğini erkenden yedi. Bir baktık güneş batarken bulutlarla yerküre arasında ortaya çıktı ve ortalık aydınlandı birden. ‘Haydi gel babayı karşılamaya tren istasyonuna gidelim‘ dedim. Tren ve baba kelimelerini duyunca çoktan kapıya çıkmıştı.
Yerler ıslak ve çamurlu olduğundan ‘Wellies‘ dedikleri plastik çizmelerini giydirdim. Ne kadar doğru bir iş yaptığımı çok yakında anlayacaktım.
Henüz sokağımızdan çıkmadan bulduğu su birikintilerine dalıp ayaklarını yere vurmaya başladı. ‘Yavaş, dikkat et, düşme‘ diye ikaz ediyordum. Yanımızda ne yedek kıyafet ne de kurulayacak mendil vardı.
Asfalt yolları geçip istasyonun bulunduğu sokağa geldik. Yaşadığımız yerin belediyesi bazı sokakları asfaltlamıyor. Buradaki birkaç sokak da onlardan biri. Gerekçesi, o sokakların oradaki mülklerin malı olması. Yani o sokaktaki ev sahipleri isterse ve parasını verirse ancak asfalt ya da taş döşenebilir. Bunları Alaz doğmadan önce o yolu kullanarak işe gittiğim zaman öğrenmiştim. Her sabah cici bici giyinip trene binmek üzere yola çıkardım. Tabii çakıl taşlarıyla dolu yol çizmelerimi, ayakkabılarımı, pantolonlarımı, paltolarımı hep çamur içinde bırakırdı. Londra merkezindeki ofise varınca direk lavaboya gider ayakkabılarımı çamurdan arındırırdım. Bir keresinde iş arkadaşlarımdan biri ‘Nereden geliyorsun sen böyle? Bunca çamuru nasıl buldun?‘ demişti. Bir de ‘Londra sokakları tertemiz, ayakkabın eskimez‘ diye meşhur bir laf vardır! Sonunda canıma tak etti ve yoldaki su birikintilerinin fotoğrafını çekip Belediye’ye gönderdim şikayet için. İşte ordan biliyorum oradaki asfaltlanmamış yol nedenini.
Araç trafiğini geride bırakıp çakıl taşlı, sakin sokağa gelince elimi bırakan Alaz, o su birikintisinden bu su birikintisine koşmaya başladı. Nasıl mutluydu nasıl! Bir yandan da neler yaptığını anlatıyordu bas bas bağırıp ‘Aza suya girdi, Aza zıpladı!, Aza cup cup yaptı‘ diye. Onun bu sevincini görünce ona hamileyken bu çamurlar yüzünden yakındığımdan utandım.
Köşedeki kırmızı posta kutusunu görünce ‘Tren, tren‘ diyerek koşmaya başladı. Sonunda kafasını yerdeki sulardan kaldırmıştı tren aklına gelince. İstasyonun önünde göl olmuş başka çukurlarda da zıplayıp üstünü başını ıslattıktan sonra babasını karşıladık.
‘Bu ne hal? Aa Alaz’ın üstü ıslak‘ dedi babası kucaklayınca. Dönüş yolunda, su birikintilerinde babasına da marifetlerini gösterdi. Asfalt yola vardığımızda kucak isteyip ikimizin de üzerini çamurladıktan sonra, bir reklam sloganı olan ‘Kirlenmek güzeldir‘ geldi aklımıza. Kirlenmenin güzel olduğu çağlara gelmiştik artık biz de. Yaşasın!?!