Birkaç gün önce oğlumla kafa kafaya verdik, çok sık yapmadığımız birşey yaptık: Öğle uykusundan uyanınca Londra’daki Transport Museum’a gittik.

Bu soğuk, dinmek bilmeyen yağmurlu ve gri kış günlerinde Alaz’ı öğleden sonra evde zaptetmek çok zor oluyor; ya televizyon aç diyor, ya cep telefonumu istiyor, ya da sürekli onunla oynayayım istiyor. Evde durduğumuzda ne kadar boğuşup yastık savaşı yapsak da yeterince yorulmuyor ve normal saatinde uykuya dalamıyor.

Malum, evimizden Covent Garden‘a gitmenin en akıllıca yolu Charing Cross trenine binmek. Bebek arabasını evde bırakma cesareti gösterdim ve istasyona gidene dek şansımıza yağmur sadece çiseledi. Alaz da yaklaşık 15 dakikalık yolu, kucak istemeyerek yürüdü.

Uyanır uyanmaz giyinip evden çıktığımızdan, meyvelerini trende verdim. Gezmeye gittiğimiz için çok keyifliydi. Yanımızdan geçen hızlı trenlere kızgın, bizimkine mutlu tren diyordu. London Bridge anonsunu duyduğunda (listening olayında beni solladı), heyecanlı bir yüksek sesle şarkısına başladı: “London Bridge is falling down falling down my fair lady…” Trenin diğer yetişkin sakinleri gülümsedi, çocuk sakinleri ise kıkırdadı.

Charing Cross’a vardığımızda, metro trenine (İngilizlerin deyimiyle tube) binelim diye tutturdu. Ben de ona metrolarla, trenlerle, otobüslerle dolu bir müzeye gittiğimizi tekrar hatırlattım. Dışarıda elimi sıkı sıkı tutuyordu. Bir ara çantamdan birşey çıkarmam gerektiğinde, elini bıraktım ve olduğu yerde durup “Elimi tut Deniz” diye bağırdığını gördüm. “Annecim benim ceketimi tutabilirsin kısa bir süreliğine, elim doluyken” dedim. Aklıma çocukken izlediğim Pembe Panter geldi. Yavrusu onu kuyruğundan tutuyordu hani.

Alaz’a “Londra çok güzel değil mi? Taksiler, otobüsler var bak iki katlı” dedim karşıdan karşıya geçmek için beklerken. Kafasını salladı; ama sanırım yanımızdan gelip geçen kalabalık onu ürkütmüştü. Küçücük boyuyla yanımda yürüyordu ya. Ardından “Bak uçak” diyerek koşturup bir camekanın önünde durdu. South Africa yazıyordu maket uçağın üzerinde. Yüzlerce kez önünden geçtiğim halde ilk defa farketmiştim orayı; Zimbabwe Turist Information. Arada bir önünde Afrika yerli kıyafetleriyle müzik yapanları görmüştüm; ama ilk kez doğru düzgün içeriye bakmıştım Alaz sayesinde. Boyu uçakların bulunduğu rafların hizasında olduğundan onun ilgisini çekmişti ve dolayısıyla benim.

Covent Garden’a varana dek ıslak, öbek öbek su dolu çukurlar bulup üzerinden atlıyorduk. Müzeye doğru ilerlerken onca yolda kucak istememesine şaşırdım. “Sen burda bekle ben resmini çekeyim” diye onu araç trafiğine kapalı bir noktada bırakıyor, hızla birkaç metre ileriye koşuyordum. Arkamdan: “Merak etme ben seni yemiycem” diye koşturuyordu. Zorla bir poz yakaladım.

Müzeye 2013’ün Nisan ayında gitmiştik ilk kez. Londra’da müze biletinin ücrete tabi olduğu nadir müzelerden. İşin güzeli, bir sene boyunca kullanabiliyoruz o bileti. Topu topu üç kez gitmemize üzüldüm. Nisan’a dek her ay gitmeye karar verdim. Londra’nın en can alıcı merkezlerinden birinde, çocuklar için böyle harika bir müze bulunması hayat kurtarıcı.

Tabii yarım saat bile müze gezmeyip, daha fazla bir süreyi oyuncakların bulunduğu yerde geçirdik. Müzede savaş zamanında ve terör ataklarında London Underground diye bir sergi vardı. O kısma biraz bakabildim. Ufak bir oyuncak rulet koymuşlar çocuklar için; yanınıza bir oyuncak almanız gerekse neyi seçerdiniz diye…

Müzeye girer girmez Alaz hatırladı. Önden gidiyor, eliyle de işaret edip “Gel Deniz” diyordu. (Bana neden bazen anne bazen Deniz dediğini bilmiyorum; okulunda da mummy diyor) Koşa koşa metroları buldu, sonra çocuk oyun alanının nerede olduğunu sordu. Alaz otuz saniye yerinde durmuyor bir otobüse, bir bota, trenlere koşturuyordu. Az sonra duyunca hiç şaşırmadığım “Kakam geldi anne” cümlesiyle yanıma geldi. Neyse ki dışarda kakası gelen çocuk için en uygun yerdeydik. Aileye ayrılmış, içinde bir normal, bir küçük klozet ve bez değiştirme yeri bulunan odaya girdik.

Tuvaletten çıkar çıkmaz “Çocuklar benim trenlerimi almamıştır de mi?” diye koşa koşa oyun alanına gitti. Akıllı mimarlar, tuvaleti çocuk oyun alanının yanına yapmışlardı. Daha önceleri sabah gittiğimizde çocuk sesleri ve oyuncak çekiştirmeleriyle dolu olan bu bölge, akşamüzeri sakindi. Uzunca bir süre Alaz yalnızdı, sonrasında da sayıları birkaç çocuğu geçmedi.

Saat 5’i geçiyordu Alaz’ı uyardım. “10 dakika sonra gidiyoruz, babayla buluşacağız.” Bu tür uyarıları yaptık mı şeker gibi kabulleniyor, aniden gidiyoruz dedik mi ortalığı inletiyor bazen. Beş dakika kaldığını, oyuncaklarla vedalaşmasını söyledim. “Metro trenine binicez değil mi?” diyerek yanıma geldi. Daha fazla oynamadı, giyindik ve karanlık, ıslak bir akşamda ışıklı meydana çıktık.

Covent Garden yağmura ve soğuğa rağmen cıvıl cıvıldı. Yiyecek marketleri, takı arabaları, mağazalar ışıl ışıldı. Köşelerden birinde bir müzisyen gitarıyla Knockin’ on heaven’s door söyleyip çalıyordu. Covent Garden metro durağına doğru yürüdük. Eskiden eşimle iş çıkışı buluşup geceleri de bu şehrin tadını çıkardığımızı hatırladım. O günleri özlediğimi farkettim. Küçük çocuğu olan ve annesinden/kayinvalidesinden uzak yaşayan anlar beni. Önümüze çıkan birkaç oyuncakçıya dalmak isteyen Alaz’ı metroya bineceğiz diye oyaladım. Londra’nın tube denilen metrolarını hiç özlememişim, hele de iş çıkışı. Kalabalık; hızlı yürüyen, önüne bile bakmayan insanlar! Alaz minicik boyuyla yukardan bakınca görünmüyor, orada boşluk var hissi yaratıyordu. Onu farketmeyenlere karşı, birkaç kez kendimi siper ettim. Alaz’a dikkat ettiğim yetmezmiş gibi bir de karşımızdan, yanımızdan geçenlere dikkat kesiliyordum oğlumun üzerine basmasınlar diye. İlk Piccadilly line metrosuna bindik. Tıklım tıklım doluydu; girişte ayakta durduk ve kenara sıkı sıkı tutunmasını tembih ettim. Kimse bize yer vermedi! İnanılmaz… Üç durak sonra inip Victoria line denilen hattın metrosuna bindik. Neyse ki bu kez vagonlar boştu, ne de olsa dakikada bir metro hattı çalışıyor!

Victoria’ya geldiğimizde gene Alaz’ı farketmeyip üzerine doğru gelenler oldu. Neyse ki son anda görüp ani bir frenle duruyorlardı. Arkamızdan gelenlerin hızını fazla kesmemek için merdivenlerde kucağımda taşıdım. Bebek arabasını almadığımız iyi olmuştu; ama gene de tren istasyona, yer seviyesine çıktığımızda yorgun hissediyordum kendimi. Neyse ki babasıyla buluştuk ve sonrasında o ilgilendi.

Londra kitapçılarındaki dergi reyonlarında oyalandık tren saatine dek. Adamların dergi kültürü bir başka; her konuda degileri var. En az 15 çeşit çocuk dergisi var; Alaz da son zamanlarda müdavimi oldu.

Kıssadan hisse, Londra metrosunu yoğun saatlerde kullanma. Sabah 10 ile öğleden sonra 4 arası en uygun zamanlar. Ya da akşam 8’den sonrayı beklemek gerek; tabii bu sadece metro değil, tren hatları için de geçerli. Asansör veya yürüyen merdiven her metro durağında yok; zaten o nedenle bebek arabasını yanımıza almadım.

London Transport Museum ayrıntılı yazısı için buraya buyrun.

Yazar

Yorum Yaz

Pin It
Bu sitedeki tüm içerikler Digital Millennium Copyright Act ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserlerini Koruma Kanunu'na istinaden koruma altındadır. Buradaki hiçbir içerik (Yazı, Fotoğraf, Video vb.) site KULLANIM ŞARTLARI'nda da belirtildiği üzere izinsiz olarak kopyalanamaz, alıntı yapılamaz, başka yerde yayınlanamaz

© 2019 Tasarım Blogger Tasarım.