Biliyorsunuz ki bir süre önce akşamları bir bebeyi uyutup diğerini babasına bırakıp yürüyüş yapmaya başlamıştım. Güzel güzel gidiyorken, Türkiye’ye ana evine gittim. Gittim de ne spor kaldı ne yürüyüş! İlk günler özenip yakındaki statta sabah erkenden yürüdüm elbette; ama sonraki günler homini de gırtlak modunda onu bulamazsın ye, bunu göremezsin ye, diyen anne ve anneanne yemeklerinin büyüsüne kapıldım.
Ta ki evime geri dönüp de kocamın 5 kilo verdiğini görünceye dek! Evet benim bey, denizlerde ve plajlarda kendini göstermeye hazırlanırken; ben Türkiye’de aldığım ekstra 2 kilo ve hala hamilelikten kalan sarkık bir göbek ile pek de bikini giymeye hazır değildim.
Dün akşam haftalardır ara verdiğim yürüyüşe 5.5 kilometre yürüyerek başladım. İlk 5 dakika hızım 4km/saat idi. 50 dakika sonunda 9km/saat. Neyse nicelik/nitelik kavramlarına girmeyelim, 250 kalori verdim mi verdim! Oram buram ağrıyor mu ağrıyor! Kendimi iyi hissettim mi hissettim!
Bu yürüyüşler sadece spor ve kilo kaybı amaçlı değil, aynı zamanda terapi de bana. Bangır bangır yüksek sesle müzik dinleyebiliyorum; hatta gelen giden yoksa ben de eşlik ediyorum şarkılara. Çocukla ve bebekle evde istediğin müziği, istediğin seste dinleme imkanı olmuyor. Ha oluyor tabii ‘Wheels on the bus’ ya da ‘Baltalar elimizde’ dinlemek tercih ise?!
Bir evin özel iskelesi |
Aynı yerlerden yürümeyi sevmediğimden, bilmediğim ara sokaklara dalıyorum. Her an güzel bir şey keşfetmek üzere. Bakımlı bahçeler, dev bir kestane ağacı, taze cevizler veya kırmızı kirazlar taşıyan ağaçlar, göl kıyısı favorim, iskeleler…
Birden böyle bir manzara görmek beni mutlu ediyor |
Farkettim ki, ben mahallemi hala çok seviyorum. Ağustos’ta Alaz’ın başlayacağı devlet okulunun ana sınıfı önünden geçerken çocukların bahçede parende atmasını izledim, 3 küçüğün özgürce sokak aralarında koşmasına şahit oldum – araba çıkacak, anne elimi tut korkusu olmadan – sonra yanımdan geçen insanlara ‘Grüezi‘ dedim ya da onlar bana dedi. Önceki yürüyüşlerimde yumurtaları üzerinde yatan anne kuğu, babayla birlikte gölde bebekleriyle yüzüyordu. Gölde yüzen iki sevgili, iskelede güneşlenen ya da kuruyan iki ördek çifti. Hatta geçen yürüyüşlerimde kucağında torununu gezdiren dede, bu kez bebek arabasına koymuştu torunu hala gezdiriyordu akşam saati. Aynı insanları görüyorum, tanıdık oluyoruz sanki yavaş yavaş. Bir de dil meselesi olmasa!
Bebek kuğular |
Az önce kapı çaldı bir paket geldi. Adam aşağıdan bağırıyor ‘hoch, bosch, posh‘ gibi birşeyler. Ben yukarıdan sesleniyorum ‘Third floor please!‘ Ben onu anlamadım, o da beni. Beliz uyuduğu için de aşağıya inemedim. Böyle işte bu dil meselesi. Almanca kursuna başlamış olmak da sorunu henüz çözmüyor elbet…